19 Ocak 2014 Pazar

 Literary Analysis of the Myth Hercules


Since the oral storytelling tradition is valid for legends, too, it is not rare to come across different variations of legends.  The legend of Hercules, for instance, is a very popular myth and thus, it has been told more than any other myths.  And it is known that the more a story is told, the more different it becomes.  As it is going to be explained afterwards, the Disney version Hercules and D'aularies' Book of Greek Myths version are not the same.  In fact, even though they both talk about the same mythical hero, Contradicting details make the stories very different.

To begin with, in the Disney version Hercules, Hercules' mother is Hera, who is his worst enemy in the book.  In the movie, when Hercules is born both his father, Zeus and his mother, Hera is seen very happily, whereas in the book Hera even tries to kill Hercules since he is the child of the woman with whom unfaithful Zeus had an affair.  Although Zeus is the mightiest of all, he does not help his child very much since he is just a mortal.  If it had not been for Hercules' abnormal strength, he would not be as famous as he is now since he would probably be dead at age of one.  Another thing about the family that differs is Hades.  In the book, the Hades is even not mentioned in Hercules' part.  In fact, in the book Hades is not shown as a devil, he is just a god whose duty is to send dead spirits to the underworld.  However, in the movie he is shown as the source of the all demonic and evil acts.  He is held responsible for turning Hercules into a mortal, seducing mortals, and even wrecking havoc upon Olympus.

The one thing which differs greatly is the labors that Hercules does.  In the book, Hercules performs a dozen exhausting labors and, through these, wins fame and glory.  Whereas in the movie the labors are not shown like burdens.  His adviser, who is a satyr and is not mentioned in the book as well, talks to him about labors as if they are the things he does every day and they take just a couple hours to finish.  In the book, Hercules turns back from the labors weary and labors do not take an hour or two to complete.  Also, the reason of labors are not the same, either.  In the book he performs these labors because he gets mad and kills the people around him, and thus he goes to the oracle of Delphi and asks him what he has to do in order to be forgiven.  In the movie, however, he performs labors to get more fame and be accepted to Olympus as a god.

Another theme which is not the same in the book and in the movie is love.  In the book Hercules marries women but the flirting parts are skipped since the book focuses on the labors and the fame of Hercules more.  However, in the movie Hercules becomes love struck when he first sees Megara.  He even brings gifts for her and becomes blind because of his love.  He even risks his life to save her.  It is obvious that in the movie, the love of Hercules is explained elaborately.  Also, in the book when Hera makes Hercules mad and he easily kills his wife, there is no feelings on this part. One more detail about the book is, Hercules dies because of his wife's envy.  His wife doubts that he cheats on her and uses a centaur's blood to make him love her again but the liar centaur's blood kills him.  In the movie version, it seems impossible for Hercules to even think about cheating on Megara since he desists from immortality for her sake.

To sum up, the stories which are affected by oral storytelling may differ in more than one way.  As seen in the Hercules example, even though the main theme can be the same, the details affect the story greatly.  Although the protagonist is the same, their family, lover, and sworn enemy may differ and regarding the oral storytelling tradition it is natural and expected.

Sources
Parin D'aulaire, Ingri & Parin D'aulaire, Edgar. D'aulaires' Book of Greek Myths. New York. Delacorte Press. 2003. Print.

Hercules. Dir. Ron Clemens & John Musker. Disney, 1997. Film.

6 Ocak 2014 Pazartesi

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin Dağılma Sürecini Etkileyen Etmenler


          Yirminci yüzyıla damgasını vuran ve dağılışına kadar da Dünya'nın kaderini belirlemeye devam eden Sovyet Sosyelist Cumhuriyetler Birliği'nin dağılması sadece tek bir sebebe bağlanamaz. Bu makalede daha çok 1970'lerin başından 1980'lerin sonuna kadar olan zaman dilimi üzerinde durulmuştur.

          SSCB, yirminci yüzyılın "soğuk savaş" döneminin en büyük iki cepsesinden biri olmanın yanı sıra 1917'de başyalan ve 1991'de dağılan çok uluslu bir devlettir. 1991'de yapılan nüfus sayımı göz önüne alındığında iki yüz doksan üç milyonu aşan nüfusuyla Dünya nüfus sıralamasında üçüncü sırada gelir ve yine dağılma yıllarına yakın yapılan bir ölçüme göre yirmi iki küsür milyon metrekarelik yüz ölçümüyle SSCB, Dünya'nın en geniş yüz ölçümüne sahip ülkedir .

          Bu kadar büyük nüfusa, yüz ölçümüne ve çeşitli halka sahip bir ülke nasıl olur da dağılabilir? Bu sorunun cevabı yine sorunun kendisinin içinde gizlidir. Birçok tarihçinin yirminci yüzyılın en büyük sosyal deneyi olarak gördüğü SSCB, kimilerine göre daha 1917'den parçalanmaya başlamıştır kimilerine göre ise Stalin'in ölümüyle birlikte başlamıştır parçalanma. Gerçek olan bir şey var ki, SSCB'nin dağılışı bir günde gerçekleşmemiştir, gerçekleşemez de.

         Tarihte olan her olayın bir oluş sebebi vardır ve bu sebep aynı zamanda kendinden önce yaşanan olayın bir sonucudur. Yani tarihteki her olay aslında hem bir neden hem de bir sonuçtur. Bu makale daha çok SSCB'nin dağılışının nedenleri ve dağılış süreci üzerinde duracak olsa da unutulmamalıdır ki SSCB'nin dağılması aslında küresel olarak birçok olayı etkilemiş, ve hatta yirminci yüzyılın sonunda gerçekleşen neredeyse bütün olaylara damgasını vurabilmiştir. Tarihte her şey bir nedene dayandığından ve bu nedenlerin de kendi nedenleri olduğundan 1991'i anlamak için eskiye dönüp göz atmakta fayda vardır.

      1970'lerde yaşanan en büyük olaylardan biri Helsinki Nihai Senedi'dir. Dağılmanın belirtilerinin üstü hapalı da olsa gözüktüğü ilk belgelerden olan Helsinki Nihai Senedi, 1980'lerin sonlarına doğru karışan SSCB'yi denetleme adı altında Batı Avupa ve Amerika'ya çok önemli bir avantaj sağlamıştır. 1950'lerden beri Avrupa'nın siyasi haritasının kesinleşmesini ve Batı Bloğu ile Doğu Bloğu arasında yaşanan birbirini tanımama faslını ortadan kaldırmayı hedefleyen Doğu Avrupa, belki de yirmi yıldır böyle bir senet için beklediğinden, senetin insan haklarını kapsayan son kısmındaki maddelere göz yummuştur. Fakat bu göz yumuş sonralardan karşı tarafa insan haklarının ihlali gerekçesiyle kendi içişlerine müdahale etme hakkı tanıyacaktır.

            Üstelik Helsinki Nihai Senedi 1970'lerde SSCB'nin üstüne çöken tek olumsuz etki de değildir; yapılan hemen hemen her kongrede bağımsız yandaş devletler vergi vermemek için ellerine geçen her olasılığı değerlendirmiştir. SSCB'nin yandaş ülkelere tek başına hammadde sağlamasının karşılığı olarak aldığı ve federasyona katkı sağlaması amaçlanan maddeler, kapitalist ülkelerin alışık olmadığı bir yöntemle toplanmaktadır. SSCB'nin vergi yönetmenliğinde her malın ederi değil, o malın sahibi olan ülkenin politik konumu dikkate alınmaktadır.

            1970'lerin bir başka özelliği de o zamanlarda reformların "yukarıdan aşağıya" uygulanılmaya çalışılmasıdır. Yapılmaya çalışılan darbelerde bile hedef her zaman için "baş"tır, zira SSCB'nin tüm vatandaşları kendilerinde buldukları gücü liderlerden almaktadır ve her dönem kendi lideriyle anılır. Leninist, Stalinizm ve Kruşçevist gibi terimlerin ortaya çıkması da bundan ileri gelmektedir.

          Yetmişli yılların özelliklerinden biri de vatandaşların suçlayacak kişi arayışına girmeleridir ki yenilgi veya suç kesinleşmedikçe bu yapılması pek de olası bir şey değildir. Tabii ki tüm SSCB vatandaşları bu kanıda değildir ama eskiye kıyasla suçlayanların sayısı giderek büyümektedir. Kendilerinin başına tüm bu dertleri açanların ne Stalin ne Lenin olduğunu, suçlanacak tek kişinin bunları hepsini başlatan ve onlara boşa ümit veren Marx olduğunu savunan insan sayısı, azımsanamaz bir biçimde artmıştır. Böylesine umutsuzluk içinde olan vatandaşların neredeyse yüz yıl önce ölmüş birini suçlamaları da ulusal ideolojide açılan ilk deliklerin habercisi niteliğindedir.

               Ulusal ideolojiyi çökertici nitelikteki bu suçlamaların nedenlerinden biri de halkın, güçler ayrılığı ilkesini benimsemeksizin tüm güçleri elinde tutan Yüce Sovyet'ten haklı olarak korkmasdır. Kuralları ihlalin bedelinin her zaman çok ağır olduğu SSCB'de yargı ve yürütme çok önemli kavramlardır, öyle ki ikisi de federasyonun koruması altındaydır. SSCB'de hakim olan korku ortamına ve çıkan her muhalefetin güç kulanılarak bastırılmasına rağmen, 1970'lerde SSCB'nin muhalefet kesiminde beklenmedik bir ilerleme gözlenmektedir. İşçi kesimini her şeyden üstün bulan SSCB'nin muhalefetin kökünü kazıyamamasının sebeplerinden biri de, işçilerin her şeyin üstünde görülmesi ve devletin onlara çok gerekli olmadıkça müdahale etmemesiydi, zira işçi kesiminin koruyucu kanatları altına saklanabilen aydınlar her ne kadar hükümet tarafından öğrenildiğinde anında yok edileceğini bilseler de muhalefeti basına taşımayı başarmıştır.

            SSCB'de yaşanan tüm bu karışıklığın ve yıpranmanın Batı Avrupa ve Amerika için tam anlamıyla bir kazanç olduğu söylenemez. Çünkü SSCB kendini yıprattığı kadar Batı Avrupa ve Amerka'yı da yıpratmıştır. Buna verilebilecek en güzel örneklerden biri de Vietnam Savaşı'dır. Vietnam Savaşı Amerika'nın ekonomisine beklenenden çok daha büyük bir zarar vermiş, hatta tüm ekonomilerini Amerika'ya dayandıran Avrupalıların işlerini bile sekteye uğratmıştır.

              İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra alınan kararların gerektirdiği gibi ekonomilerinin temellerini Amerika'nın ekonomisine dayandıran Avrupalılar için bir diğer büyük darbe de ABD'nin 1960 ve 1980'li yıllar arasındaki devlet başkanı krizi olmuştur. Yaklaşık 20 yıl süren bu dönem içerisinde görev yapan hiçbir devlet başkanı normal olarak görevinden çekilmemiştir. Bazıları suikasta kurban gitmiş, bazıları görevden alınmış bazıları ise başarısızlıklarından dolayı bir sonraki seçime bile katılamamıştır. Vietnam Savaşı ve Amerika'daki başkan sorununun birleşmesi kapıitalist bloğun da rahat bir nefes almasını engellemiştir.

            1980'li yılların ilk yarısına gelindiğinde bugün çok meşhur olan iki kavram tarih sahnesindeki yerlerini ilk kez alır: Glasnost ve Perestroyka. Aslında temelleri Andropov tarafından atılan bu iki "reform"un gerekçesi ise SSCB'nin köklü bir sistem değişikliğine ihtiyaç duymasıdır. Andropov kendisinden önceki Brejnev döneminin ardında büyük bir ekonomik sıkıntı getirdiği kanısına varmış ve bu iki devrimi, Glasnost(açıklık) ve Perestroyka(yeniden yapılandırma)'yı asıl olarak ekonomi için planlamıştır.

            Andropov'un ömrünün Glasnost ve Perestroyka devrimlerini tamamlamaya yetmemesi üzerine Gorbaçov iktidara gelmiş ve o da devrimleri kendi siyasal çizgisinde ve aynı ad altında gerçekleştirmeye çalışmıştır. Gorbaçov'un reformlarının temelde üç amacı vardır:devlet ve parti bürokrasisini yenilemek, ekonomik kalkınmayı sağlamak, sivil toplumu yeniden ve daha düzenli bir biçimde inşa etmek.

                Gorbaçov devrimleri uygulamak haricinde 1985 ile 1986 yılları arasında değişim rüzgarları estirmiş ve ülke genelindeki parti birimlerinin beşte birine yakını değiştirilmiştir, böylece devlet ve parti bürokrasisini yenileme amacı için ilk adımlar atılmış olur. Ayrıca SSCB'nin dağılma sürecini hızlandıran etnik kökenli başkaldırıların tohumları da Gorbaçov'un kadro değişikliği sırasında Kazakistan parti sekreteri Kunayev yerine Rus asıllı Kolbin'i ataması ile ekilmiştir.

                Devrimin ikinci ayağı olan ekonomik kalkınma ve canlanma SSCB için hayati önem teşkil etmekteydi, çünkü SSCB'deki bürokrasi ve ekonomi o denli birbiriyle kaynaşmıştı ki mutlak bir siyasal hakimiyet isteyen her devlet başkanı ekonomiyi de canlı tutmalıydı. Bu konuda, kaynakların makinelere ve o zamanlar yeni gelişen bir sektör olan bilgisayar sektörüne kaydırılmasından iş verimliliğini düşüren alkol ile savaş kampanylarına değin birçok önlem alınmış hatta SSCB'yi 2000'li yılların başına kadar götürecek bir ekonomik plan bile yapılmıştır. Fakat SSCB'nin üzerine kurulduğu birçok ilkeyi ihlali gerektiren bu reformlar ekonomik, teknik ve siyasal sorunlar yüzünden kısa bir süre içerisinde askıya alınmıştır.

                Devrimin son ve en çok yankı uyandıran ayağı olan sivil toplumu yeniden ve daha düzenli bir biçimde inşa etme fikri çok büük bir kitle tarafından uzun bir süre boyunca tartışma konusu olmuştur ve bunun nedenleri de yapılan değişikliklerin SSCB'nin kutsal saydığı değerleri "esnetmesi"dir. Sosyal alandaki devrimin en büyük sonucu olan "informal gruplar"ın ortaya çıkışı ülkenin dengesini derin bir şekilde sarsmıştır.İlk başta sadece sosyal hayatı canlandırmak ve vatandaşları farklı deneyimler yaşamaya teşvik için tanıtımı yapılan sosyal gruplar sonradan Komünist Parti'ye karşı çıkmaya başlamış ve deney bir nevi ters tepmiştir. SSCB'nin ilkelerine aykırı olan bir "ikinci parti" olamasalar da informal gruplar, ülkedeki muhalafetin temelini oluşturmuş ve devleti eleştirerek işini daha iyi yapmasını sağlamıştır.
       
             İnformal gruplar devletin gelişmesine her ne kadar katkı sağlamış olsalar da bu gruplar ile yönetim konseyi arasındaki bilgi alışverişinin hızı arttıkça informal grupların etkin üyeleri bizzat yönetime katılmak için seçilmeye başlanmıştır. İnformal grupların üyelerinin yönetime seçilmesi de farklı etnik kökenlere ait özerk bölgelerin kendi yönetimlerindeki Rus müdahalesini azaltmasına neden olmuş, bu da çöküş sürecini hızlandırmıştır.

              Gorbaçov'un devrimlerinin üç kolunun da istenilen başarıyı yakalayamaması, halkın umudunu baltalamış ve onlara SSCB'den ayrılma ihtimalini düşünme fırsatı vermiştir. SSCB'nin durumunun zaten çok parlak olmaması yanında bir de bu "bitirici darbe"nin gelmesi SSCB'yi yıkılma kaderine mahkum etmiştir. İki devrimsel kavramın bu denli büyük yankı uyandırması ve günümüzde de kendilerinden çok bahsettirmelerinin sebebi, kendilerine çok büyük beklentilerin yüklenmesidir.

             Çoğu tarihçinin 20. yüzyılın en büyük deneyi olarak gördüğü SSCB ve sosyalizm çöküşünü tek bir nedene bağlamak çok yanlıştır çünkü bu kadar güçlü bir devletin sadece Glasnost ve Perestroyka yüzünden yıkılmasının olanaksız olduğu gibi 1970'lerde başlayan ekonomik çöküntünün de bunu başarması olası değildir. 1917'den başlayarak o dönemin en büyük iki gücünden biri olan SSCB, Amerika ve Batı Avrupa'ya tam yetmiş dört yıl boyunca tek başına kafa tutmayı başarmıştır ve bu azımsanacak bir şey değildir, fakat üst üste bu kadar çok darbe yemesi ve toparlanmamaya fırsat bulamaması SSCB'nin sonunu getirmiştir. 1991 yılında bünyesindeki şiddetli çarpışmalara daha fazla dayanamayan SSCB on beş ülkeye ayrılmıştır.

               
Kaynakça

http://www.google.com.tr/url?sa=t&rct=j&q=&esrc=s&source=web&cd=1&ved=0CCwQFjAA&url=http%3A%2F%2Fjournal.qu.edu.az%2Farticle_pdf%2F1004_35.pdf&ei=s_nKUtPHNOuY0QXrlICgDQ&usg=AFQjCNF22DcHJK4dbxLnItPbpWERGT5gQQ&sig2=vvnbO5ir2BIc4c50Tlx5dA










4 Ocak 2014 Cumartesi

tarih

Vladimir İlyiç Ulyanov  lenin  -24
stalin
nikita kruşçev 57-58  vs mao  çooooooook sert doğu-batı
leonid brejnev 58-76  75te helsinki nihai senedi
gorbaçov 85-91  glasnost Perestrokya
Ağrı Dağı Efsanesi'nde Animizm


         Yaşar Kemal tarafından kaleme alan Ağrı Dağı efsanesi, doğu yöresinde sıkça kullanılan bir mit ögesi olan Ağrı Dağı'nın efsanesini iki aşığın gözünden anlatmıştır. Yörenin halkının dağa bir ilah gibi davranması ve onu öyle görmeleri kitapta önemli yer edinmiştir. "Tam bu sırada Ağrı uyanmış, bakmış ki ateşi koparan başını almış gidiyor. Hemen eli ateşli adamı orada, olduğu yerde yakalamış, durdurmuş. Adamı da, elindeki ateşi de o anda, orada dondurmuş. Ağrıdağının yamaçları böyle taş olmuş adamlarla dolu."(1) gibi cümleler de halkı animizmi benimsediğini kanıtlar niteliktedir.

        Animizm, eski çağ uygarlıklarında sıkça görünen bir inanış biçimidir ve en sade haliyle olarak cansız varlıklara ruh ve kutsallık yüklenmesi olarak tanımlanabilir. Bu kitapta kendisine ruh yüklenen varlık Türkiye'nin en yüksek dağı olan Ağrı Dağı'dır. Dağların kutsallaştırılması birçok mitolojide görülen bir örnektir. Yunanların Olimpos'u, Arapların Arafat'ı, Hintlilerin de Himalaya'yı kutsallaştırması bir tesadüf değildir.

        Kitapta adı geçen yöre halkının neden başka bir şeyi değil de bir dağı kutsallaştırmayı seçtiği merak edilebilir, ama unutulmamalıdır ki dağların kutsallaştırılması ve ilah olarak görülmesi eski Türklerden beri yaygındır. Hun Türklerinde, ölen hakanların mezarlarının yüksek dağlarda bulunduğu bir gerçektir ve halkın dağları ilaha daha yakın görmesinin bir nedeni de yüksekliktir. Tanrısal varlıkların gökyüzünde bulunduğuna inanılan bir toplumda gökyüzüne çok yakın görünen ulu dağların ilah olarak görülmesi şaşırtıcı bir şey değildir.

        Kitapta tüm olayların başlangıcı olan beyaz atın gelip Ahmet'in evinin kapısında durması bile Ağrı Dağı'nın iradesine dayandıralabilir çünkü dağ, paşanın zulmünün bitmesi için halka pekala bir kıvılcım göndermiş olabilir. Paşa'nın askerlerinden kaçan on beş köy dolusu köylünün dağ tarafından bir anda saklanması ve gözden kaybolması da dağın her şeye kadir tanrısal bir varlık olarak görüldüğünün bir göstergesidir.

         Dağın Ahmet'i aylarca saklaması ve Ahmet paşa tarafından kandırılarak götürüldüğünde de onun öcünü alması onun adaletini simgeler. Ahmet'i barış anlaşmasıyla kandıran paşanın başına civar köydeki tüm köylüleri bir edip salan da "Ağrı Dağı"nın ta kendisidir, zira onun iradesi omaksızın o bölgede değil bir kervan bir at bile serbestçe dolaşamaz.

          Bu kadar kutsal ve güçlü olan dağdan o dağa inanan köylüler bile korkmaktadır çünkü Ağrı Dağı kendisinden herhangi bir şey almaya cesaret eden hiçbir kimseyi sağ bırakmamıştır."Tam bu sırada Ağrı uyanmış, bakmış ki ateşi koparan başını almış gidiyor. Hemen eli ateşli adamı orada, olduğu yerde yakalamış, durdurmuş. Adamı da, elindeki ateşi de o anda, orada dondurmuş. Ağrıdağının yamaçları böyle taş olmuş adamlarla dolu."(1)

         Kimsenin sağ olarak geri gelemediği bu dağa Ahmet'i yollayan paşanın tek umudu da Ahmet'ten bötle kurtulmaktır, çünkü tüm köylüler "mazlum" Ahmet'in tarafındayken yüce paşanın bile eli kolu bağlıdır. Anlaşmaları gereği eğer Ahmet üç gün içinde Ağrı Dağı'nın zirvesini çıkıp orada herkesin görebileceği bir ateş yakarsa ve sağ salim geri dönebilirse Gülbahar'la evlenme hakkı kazanacaktır. Fakat Ağrı Dağı'nın zirvesine çıkmak vahşi bir atın üstüne binmek gibidir çünkü güç ve asalet genellikle vahşi olandadır. Kara sevdaya tutlan Ahmet hiç düşünmeden paşanın teklifini kabul eder çünkü zaten onun aşkını kanıtlaması için de Ağrı Dağı'nı "fethetmekten" daha azı yapılamaz.

             Orada bugüne kadar yaşamış tüm halkların tarihinde ilk kez biri Ağrı Dağı'na çıkmış ve sağ salim geri dönmüştür. Kudreti her şeye yeten yüce Ağrı Dağı'nın gücü bir insan olan Ahmet'e mi yetmemiştir yoksa dağ sevdalıya olan saygı ve sevgisinden dolayı mı ona geçit vermiştir? Şu veya bu şekilde Ahmet dağın zirvesine sadece üç gün içinde çıkmış o yükseklikte bir ateş yakmış ve tek parça halinde geri dönmüştür.

             Fakat tam sevdalıların mutlu olma zamanı gelmişken ve tüm engeller ortadan kalkmışken bu sefer aşıkların arasına gurur girer. Gülbahar'ın zindandan çıkmak için zindancıbaşı Memo'ya saçından bir tutam verdiğini öğrenen Ahmet, Gülbahar'dan soğumuş ve aralarında hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya başlamıştır. Bir süre sonra Ahmet kendini Ağrı Dağı'nın yamacındaki Küp Gölü'ne bırakır. o gün bugündür her yılda bir gün tüm çobanlar kavallarıyla küp gölünün başına toplanır ve dertli aşıkların, Ahmet'le Gülbahar'ın türküsünü çalarlar. Türlü türlü ışıkla ışıldayan gölün üstünden bir zaman sonra bir kuş geçer ve bu kuş kanadını göle değdirir. İşte tam o zaman tüm kavallar susar ve çobanlar birer kişer dağılmaya başlar.

             O kadar mücadeleden ve zorluktan sonra yollarındaki tüm engelleri binbir güçlükle ve Ağrı Dağı'nın yardımıyla kaldıran Ahmet ve Gülbahar birbirlerine kavuşamamıştır. Fakat Ağrı Dağı yine de onların unutulmalarına izin vermez. Ne de olsa bu aşıkların tanışmalarını, buluşmalarını ve kısa bir süreliğine de olsa kavuşmalarını sağlayan "o"dur.













Kaynakça
1)Yaşar Kemal, Ağrıdağı Efsanesi, Toros Yayınları, İstanbul, 1993, s. 107.
2)http://www.google.com.tr/url?sa=t&rct=j&q=&esrc=s&source=web&cd=4&ved=0CEQQFjAD&url=http%3A%2F%2Fturkoloji.cu.edu.tr%2FHALKBILIM%2Fmuharrem_kaya_gonul_hanim_bozkurtlar_agri_dagi_efsanesi_koken_miti.pdf&ei=LkTIUpjLHbL50gXWnoB4&usg=AFQjCNEujKRrU3RbVPTLNW2z_Lce7mgFJA&sig2=Xi0-T06UZ-QK9fjeTmSLgA&bvm=bv.58187178,d.d2k&cad=rja

15 Aralık 2012 Cumartesi

Paylaşılan Kitaplar

İşte bloğumda sizinle paylaştığım kitaplarım.Bu listeyi mümkün olduğu kadar güncel tutacağım.
-Hayvan Çiftliği
-Bir Delinin Hatıra Defteri
-Sait Faik Abasıyanık/Seçme Hikâyeler
-Fareler ve İnsanlar
-Zübük
-Yeraltından Notlar
-Bir Yaz Gecesi Rüyası